Modası geçmiş bir kavram gerçeklik. Sosyal medyanın filtreli gerçekliğinden politik söylemlerin manipülasyonuna, gündelik yaşamımız kurgulanmış anlatılarla örülü. Onu tarihsel anlatılarda, gündelik yaşamda veya politika yapıcıların sözlerinde aramayı bırakalı çok oldu. Gerçekliği kaybedişimiz dünyaya karşı güvensizliğimizin en sağlam argümanı, insan-eşya-tabiat ilişkilerini anlamakta zorlanan zihnimizin kolayca sığındığı mağarası haline geldi. Platon’un meşhur mağara alegorisinden bu yana hakikat ve gölgelere dair çok şeyler değişti ve biz hakiki gölgeler evreninde yaşayarak uyum sağlamaya devam ediyoruz.
Gerçekliğin ölümünü tasdikledikten sonra, gönül rahatlığıyla şunu söyleyebiliriz artık: Gerçekliğin binbir yüzü var. Bu yüzlerin arasından dilediğimi seçer, evrenin düzeninde hiçbir değişikliğe neden olmayan olgular uydururum. Hikaye yazarım. Nihayetinde insan hikaye biriktirmek ya da bir hikaye olmak gayesiyle de yaşayabilir.
Hikayelere itibar etmemek oldukça yaygın bir eğilimdi yüzyıllardır. Gel gelelim, şimdiki zamanın kelime dağarcığında kazandığı bağlam, onu iyice yerin dibine itiyor. Haberlerde, gazetelerde, online işitsel-görsel içeriklerde şu ifadelere sıkça rastlarsınız: “X Partisi’nin yeni bir hikayeye ihtiyacı var”, “Ekonomide yeni bir hikayeye ihtiyaç var”, “İş hayatında hikaye oluşturmak”… Sistem mikro ya da makro düzeyde kabul edilebilir, saygı ve hayranlık uyandıran anlatılar oluşturmak zorunda. Biz de bu hikayelerin yaşayan karakterleri, aktarıcıları, temel kurguya uygun eklemeler yapan düzenleyicileriyiz.
Mesela bir iş görüşmesine girdiğinizi varsayın. Performansınızın, samimiyeti ne kadar iyi taklit ettiğinizle değerlendirildiğinin görüşmeci de siz de gayet farkındasınızdır. Özenle seçilmiş başarıları ve üstün çabalarla üstesinden gelinmiş zorlukları abartıya kaçmadan hikayeleştirebilirseniz, görüşmeden beklentiniz daha yüksek olacaktır.
Bunun sosyal medya, arkadaşlıklar ya da romantik ilişkiler düzleminde örneklerini çoğaltabiliriz. Değişkenler farklılık göstermekle birlikte ortak tema, hep makbul olan hikayeleri seçmek zorunda oluşumuzdur. Çünkü sadece o hikayeler tanınıyor, işleniyor ve ödüllendiriliyor. Kurgulanmış gerçekliğimizin bize çeşitli faydalar sağlamasını istiyoruz.
Kendi yazdığımız gerçekliğe biz inanmazsak kimse inanmaz. Kurgusuna sıkıca tutunduğumuz hikayelerimizin üzerine hikaye ekledikçe “gerçek hikayemiz” de soluklaşıp kaybolmaya yüz tutuyor. O gerçeklik, deneyimlerimizin biricikliğinden elde ettiğimiz, otantik bir bilgi ağı aslında. Başka hiç kimsenin sinapslarında kurulmamış bağlantıları karanlığa itmeyi tercih ediyoruz. Kimliksizleşiyoruz.
2024 Cannes Film Festivali'nde Un Certain Regard bölümünde prömiyerini yapan ve Gine'li göçmen Souleymane rolünde oynayan Abou Sangaré’ye En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran Souleymane’s Story, gerçek hikayenin yitirilişine bir göçmenin perspektifinden yaklaşıyor. Nefessiz bir koşturmaca içerisinde çırpınan, sadece günü yaşayan ve tek geleceği yarın olan bir göçmen Souleymane. Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım modern kimlik krizinin çok katmanlı başka bir örneği. Göçle birlikte kendi kimliğini kaybediyor. Oturma ve çalışma izni olmadığı için bir başkasının hesabını kullanarak bisikletli kurye oluyor. Yatacak yer için başvurduğu resmi kurumlarda eline bir numara tutuşturuluyor. Göçmenlik statüsüne geçebilmek içinse kendi hikayesini terk edip bambaşka bir hikayeyi sahiplenmesi gerekiyor.
Gine’li göçmenler, siyasi sığınma talebinin kabul göreceği ön kabulüyle Gine’nin en güçlü muhalefet partisi olan ve siyasi iktidarın saldırılarına maruz kalan UFDG (Union of Democratic Forces of Guinea) üyesi oldukları bir hikaye yazıyorlar. Bir sektör haline gelmiş olan göç meselesinde işkence, tutsaklık, şiddet, evsiz bırakılma gibi insanlık suçları, sadece hikayeleri makbul kılacak birer detay.
Film Souleymane’ın hikayesinin iki yüzünü ustaca ortaya koyuyor: Bir yanda Souleymane'ın yaşadığı ham gerçeklik; sokaklarda bisikletle yemek dağıtmak, günlük hayatta karşılaştığı zorluklar, kimliksizlik hissi. Diğer yanda ise sisteme sunmak zorunda kaldığı "paketlenmiş gerçeklik".
Bu ikilikte çok derin bir ironi var: Souleymane, kendi gerçek hikayesinin sistem için "yeterince gerçek" olmadığını düşünüyor. Çünkü ekonomik göç, bürokratik dilde karşılığı olmayan bir sebep. Souleymane kendi hikayesini bastırıyor ve makbul göçmenlik anlatısına sadık kalmaya çalışıyor mülteci ofisinde yaptığı mülakatta. Resmi görevlinin “Bu hikayeyi sadece geçen hafta iki kez dinledim.” demesinden anlıyoruz ki ülkeleriyle birlikte benliklerini de terk etmek zorunda kalan sadece Souleymane değil. Ve nihayetinde gerçekte neler olduğunu kısa birkaç cümleyle de olsa öğrenebiliyoruz.
2024 yılında 300 milyondan fazla kişi uluslararası göçmen statüsündeydi. Özneliği, benliği, gerçek deneyimleri ve hikayesi yok olan; kendi gerçekliği bürokratik ve politik aparatlar aracılığıyla paramparça edilmiş insanlar… Souleymane’s Story, Dünya üzerindeki tek geçerli unvanları “göçmenlik” olan insanların hayatına ışık tutması bakımından çok kıymetli.
Son birkac gundur benzer seyleri etik uzerine dusunuyorum ben de. Dunyanin kucuk abisiyle kardeslerinin bile sevmedigi dusmani arasinda olan bitenler, kucuk abinin komsularina yaptiklari derken ahlakin da ya da etigin de ancak gucsuzlerden beklenen ya da bu dunyada yerini bulmayi basaramamislarin kendine pusulayi edinmeyi denedigi ama pratigi gorunce basarisiz olduklari bir safsata oldugunu dusunmekten kendimi alamiyorum.