“Ben neyim?” ya da “Ben kimim?” gibi sorular üzerine sadece düşünebiliriz, nihai bir cevabın eksikliğinde onlarca cevaba ulaşma olanağına sahip oluruz. Dönem dönem farklı şeyler ve kişiler olduğumuza ikna oluruz. Buna neden olan birincil etken hafızadır. Yani “Ben kimdim?” sorusuna yöneliştir. Hayatımızın, birbirini mantıksal bir bütün oluşturacak şekilde takip eden olaylar zinciri olduğuna inanırız. Kendimizi kendimizle kıyaslar, neyken ne olduğumuza dair daha net bir tablo oluşturmaya çalışırız.
Aslında, 'ben' diye tarif ettiğimiz özne bir boşluğa işaret eder. Kendimize dair algımızla gerçekten olduğumuz şey arasındaki mesafede bir ileri bir geri salınır durur. Hafıza, bu ben için nirengi noktası oluşturmaya yarar biraz da. Geçmişle şimdinin ilişkisini kurmak için zemin oluşturur. Varoluşumuzun zaman içindeki sürekliliğini kanıtlayan hafıza, gerçeklikle değil, anlamla alakalıdır. Saf deneyimi yorumlar, estetik ve işlevsel bir kurguya çeviririz. Evet, “Hayatımı yazsam roman olur” klişesi doğrudur. Yazıldığı müddetçe her yaşam romandır.
Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans programına kabul edildiğimde, felsefe lisansım olmadığı için bir yıl hazırlık okumuştum. Lisans öğrencileriyle birlikte aldığımız derslerden birinde Abdullah Kaygı’yı ve onun sanat felsefesine dair görüşlerini öğrenme fırsatım olmuştu. Öğrencilerin çoğuna modası geçmiş düşüncelerden ibaret görünen Nicolai Hartmanncı ontolojik çözümlemeleri arasında, ilgimi çeken bazı soruları vardı: Edebiyat yapıtı bilgi verir mi? Veriyorsa bu nasıl bir bilgidir? Kaygı’ya göre, edebiyat eserleri tarihsel, politik, sosyal gerçekliklerle ilişkili olsalar da onlardan tarih ya da sosyoloji bilimlerinin sağladığı tarzda bir bilgi bekleyemeyiz. Edebiyatın sunduğu bilgi, ontolojik-estetik bir bilgidir. Ona göre, bir varlık durumunda olan metin, hem metnin kendisi hakkında bilgi verir hem de duyuya ve sezgiye dayalı ama soyutlamaya da açık bir anlam bilgisi verir. (Merak edenler hocanın Edebiyat ve Varlık kitabına göz atabilirler.)
Çoktan unuttuğum ama zihnimdeki etkisini besbelli sürdürmüş olan bu tartışmayı Annie Ernaux’nun eserleri sayesinde hatırladım. Bunun iki sebebi var; birincisi, yazarın “gayrişahsi otobiyografi” olarak tanımladığı üslubu, ikincisiyse, hafızayı bir bilgi biçimi olarak görmesi. Şimdi burada can sıkıcı gelebilecek bir epistemoloji ve ontoloji tartışmasına girmek istemem, ama durduğum yeri de ifade edeyim. Hafıza, son kertede kimlik ve anlatı üretir. Bu sayede hatırlama ediminin ve hatırlayanın kendisine dair sorular sorma olanakları yaratır.

Benliğin haritası
Ernaux için yazmak tamamen hafızayla ilgili. Tarihin kakafonisi içerisinde kendi yaşadıklarına hak ettikleri değeri verme çabası. Ona göre yazma eylemi, kendi varlığının tamamlayıcısı, hatta yer yer kanıtlayıcısı. Olay’da, hayatının gerçek amacının “bedeninin, hislerinin ve düşüncelerinin yazıya dönüşmesi” olduğunu açıkça itiraf ediyor. Bugün olduğu kişiyi yarattığını düşündüğü 4 yıla (1958-1962 arasına) odaklandığı Kızın Hikayesi’nde ise “Kendimi edebi bir varlık, her şeyi günün birinde yazılması gerekiyormuş gibi yaşayan biri haline getirmeye başladım” diyor.
“Gayrişahsi otobiyografi” tabirinin Ernaux’nun edebiyatına fena halde yakışmasının sebebi, kendi deneyimleriyle insanlığın ortak deneyimini hem biçimsel hem de içerik olarak bir araya getirebilmesi. Tüm eserleri aslında aynı temalar çevresinde dönüyor: sınıf, kimlik, sosyal mobilite, kültürel farklar. Ve bunu yaparken olayları, düşünceleri, şarkıları, TV programlarını, tüketim mallarını, önemli figürleri öyle bir iç içe geçiriyor ki roman kılığına girmiş tarih, kültürel antropoloji ya da gündelik yaşam sosyolojisi okunuyormuş gibi hissediliyor. Yazar, kültürel ürünlerin, konuşma tarzlarının, hatta yürüyüş biçiminin bile sınıfsal aidiyetleri yansıttığını öne süren bir bakış açısı geliştiriyor. Bu çok katmanlı anlatı tarzı, sosyolojik bir okuma imkânı da doğurur ki burada özellikle Pierre Bourdieu’nun kavramsal çerçevesi belirleyicidir. Ernaux’nun edebiyatındaki zenginliği kavramak için onun habitus kavramı kullanılabilir. Bizzat yazar tarafından Seneler kitabında adı zikredildiğine göre, kullanılmalıdır da.
Bourdieu şöyle tanımlar kavramı:
“Tarihin bir ürünü olan habitus, tarihin ürettiği şemalara uygun olarak bireysel ve kolektif pratikler - ve daha fazla tarih - üretir.”
Habitus bireyin doğuştan sahip olduğu bir şey değil, tarihsel ve toplumsal koşullar içinde zamanla oluşan bir yapıdır. Kişinin yaşadığı sınıfsal, kültürel, ailevi ortamlar ve tarihsel süreçler, onun düşünme ve davranma kalıplarını şekillendirir. Bireylerin pasif bir şekilde şeklini aldıkları bir kap değildir, aktif biçimde bireysel ve toplumsal eylemleri üretir. Üretilen pratikler, yine tarihsel olarak şekillenmiş olan zihinsel/kültürel şemalarla uyumludur. Bu eylemler yeni bir tarih üretir; tarihsel birikimden doğan habitus, böylelikle yeni bir tarih yazımını da mümkün kılar.
Bourdieu’nun sosyolojide yaptığını edebiyatta yapmaktadır Ernaux. “Ne olduğumuz ve ne olmamız, ne düşünmemiz, neye inanmamız, neden korkmamız, neyi ümit etmemiz gerektiğine dair sonu gelmez uğultuyu” deşifre etmek, “Bu dünyanın ona ve çağdaşlarına nakşettiği her ne varsa ondan yararlanarak, mümkün olduğunca önceden bugüne kayan ortak bir zamanı yeniden kurmak.”
Belleğin politikası
Mayıs 68 olaylarını Paris’te tüm canlılığıyla yaşayan Ernaux, “1968 dünyanın birinci yılıydı” derken geçmişi yeniden kurmanın başka bir örneğini sergiler. Toplumsal statüsü yüksek kimselerin yanında ezilip büzülen bir babanın ve okumadığı yazarların adlarını ezbere bilen, kızının sınıf atlamasını isteyen bir annenin kızı olarak, büyük şehre gideli, öğretmen olalı ve saygın bir adamla evleneli dört yıl olmuştur halbuki. Ama 2000’li yıllardan baktığında, uzun süren özgürleşme sürecinin başlangıcı olarak 68’i görür.
Babası öldüğünde 20'li yaşlarında bir kadındır. Simone de Beauvoir’nın Mandarinler’ini okuduğunu yazar, babası hastayken. Kadın olarak bireyleşmesinin simgesel bir anlatımıdır bu. Babası öldüğünde “Artık yetişkin biriyim” der Babamın Yeri’nde. Annesi öldüğündeyse 46 yaşındadır. Kocasından boşanmış bir annedir. Bu sefer, annesinin ölümüyle de Beauvoir’nın ölümü arasında bir hafta olduğunu yazar. Bir Kadın’da, “Geldiğim dünyayla aramdaki son bağ da koptu” diye yazar. Buyurgan, kural koyucu anne ve özgürleştirici, yol gösterici anne. İki figür de yok olur.
Annie Ernaux’nun dağınık, deneyim kırıntılarından ve fragmanlardan oluşan Seneler romanını tek bir perspektiften ele almak oldukça güç. Bir fotoğraf, 8 mm kamera görüntüleri ve içlerindeki farklı zaman dilimlerini temsil eden “ben”ler. Zamanın ruhuna açılıyor hafıza. Onu toplum-birey dengesinde, dönüşümün ve değişimin parçası ve öznesi, ama bir yandan da eleştiri nesnesi olarak kuruyor. Bu kitap hakkında yazmak hem kolay hem de zor. Kolay, çünkü neredeyse bir tarih anlatısı. 2. Dünya Savaşı’nın son yıllarından 2000’lere kadar olup biten her şey anlatıda mevcut. Zor, çünkü hakkında söylenebilecek her şeyi kendisi söylüyor. Örneğin, romanını “gayrişahsi otobiyografi” olarak kendisi metinde niteliyor. Gerçekliğin TV anlatılarıyla ve popüler kültürle diyaloğa girdiği anlatı yapısını Elfriede Jelinek’in Michael romanına benzetiyorsun, bir fotoğrafında Jelinek kitaplarını gördüğünü yazıyor. Neden kitap boyunca kendisinden “o” olarak bahsettiğini, romanın asıl öznesinin neden “biz” olduğunu açıklıyor.
“Kendimi tanıma zamanı”
Bu yazının nereye bağlanacağını kestiremiyorum; belki de Ernaux’nun yazı tarzının etkisiyle ben de kendi içimde dolaşmaya başladım. Kendi hayatını didik didik etmeyi bu dünyaya adını kazıma yöntemi olarak seçmiş birinin, çoğunlukla aynı olaylar ve durumlar etrafında gelişen yaşamına girdikçe kendime yöneldim biraz. “Ben kimim?” sorusunun verdiği yetkiyle, hafızamın girmekten imtina ettiğim yerlerine göz diktim. Modern insanın tarihinde kendi yerimi arama gayreti içerisinde buldum kendimi. Hafıza boşlukları, belirsiz, silik anılar çıktı karşıma. Sonra, bu hafıza boşluklarıyla yaşarken, yazarken, üretirken bazı şeylerin bana özgü olmaktan uzaklaştığı kanısına kapıldım.
Yazının başında sorduğum sorulara geri dönmek istiyorum: Edebiyat yapıtı bilgi verir mi ve hafıza bir bilgi kaynağı mıdır? Ernaux'nun eserleri, her iki soruya da aynı cevabı veriyor gibi görünür: Evet, ama bu bilgi nesnel bir kayıt değil, sürekli yeniden üretilen bir anlam inşasıdır.
Hafıza, tıpkı Ernaux'nun edebiyatı gibi, geçmişi olduğu gibi yansıtmaz; bugünkü bakış açısından yeniden yorumlar. Kendi deneyimime baktığımda, hafıza boşluklarımın bile bir bilgi türü olduğunu fark ediyorum. Unuttuğum şeyler, hatırladıklarım kadar kimliğimin bir parçası.
Seneler romanında, Stendhal’dan “Yakında elli yaşımı geçiyorum, kendimi tanıma zamanı geldi geçiyor” alıntısını yapıyor Ernaux. Kimliğini oluşturan ve birbirinden bağımsız gibi görünen, ama bir araya getirildiklerinde bireyi aşan o toplamı oluşturmak için biraz daha yaş almak gerekiyordur belki de.