Galápagos üzerine dört hayaletle konuşma
Akıl bizi diğer canlılardan üstün mü kılar, yoksa kendi sonumuzun mimarı mı yapar?
Tüm canlılarda bulunan en temel ve en gerçek istek, ne olursa olsun varlığını sürdürmek, büyümek, ne pahasına olursa olsun kendini gerçekleştirmek için çabalamaktır. Bir bitki için kendini gerçekleştirmek, sık ormanlarda güneşe ulaşmayı gerektirir. Bir hayvan için doğru zamanda kaçmayı, saldırmayı ve üremeyi. Doğa sonsuz bir çabayla her yerinden dirim fışkırtır. Hiçbir canlı, birey olarak kendisinin ya da kendi türünün ya da mensubu olduğu türün devamlılığını sağlayacak koşulların zararına hareket etmez. İnsan hariç.
Yetişkin aslanın pençelerinin altında gayretsizce zaptettiği bir geyik gücü tükenene kadar çırpınır da barınma, ısınma, karnını doyurma ve bunun gibi temel ihtiyaçları karşılanmış insan bireyi sıcacık evinde intihar etmeyi düşünür. Benzersiz bir kudret. Öyle ki, modern hukuk bireyi kendisinden bile korumayı görev ediniyor.
Kendimizi diğer canlılardan ayırırken en çok refere ettiğimiz şey beynimiz. Hala büyük bir kısmı hakkında bilimsel karanlıkta kaldığımız organımız. Ona güveniyoruz, çünkü sebepsiz yere öldürülmeyeceğimiz sistemler kurmamızı sağladı. Ondan korkuyoruz, çünkü aynı zamanda yok etmenin soğuk kanlı ve verimli yollarını da buldu. Akıl dediğimiz şeyin en çok verimliliğe odaklandığını hepimiz kabul ederiz sanırım.
Kusursuz makineler
Diğer hayvanlara baktığımızda hissettiklerimizin akılla pek az ilişkisi vardır. Onların mükemmel olduklarını düşünürüz. Kedilerin, kendi boylarının kat kat üstünde yüksekliklerden kolayca atlayabilmeleri, yılanların termal görüş yetisi, yarasaların yön ve yiyecek bulmak için ses dalgalarını kullanmaları… Bu davranışlarda hiçbir zeka, bilinç kırıntısı yokmuş gibi gelir. Kusursuz makinelerdir onlar. Sanki tarihin bir noktasında mükemmel formlarına ulaşmış ve evrimsel olarak donmuş gibilerdir
Şunu kabul etmek lazım ki, hayvanlar aleminin insanoğlu hariç tüm yaratıkları, sağkalım taktiklerini iyileştirmek adına bunca zamandır inanılmaz derecede az aşama kaydetti.
Yukarıdaki alıntı Kurt Vonnegut’un Galápagos romanından. Romanın anlatıcısı, milyonlarca yıl sonrasından gelen bir hayalet; şimdi insan olarak bildiğimiz tür de artık basit bir deniz canlısı. Vonnegut'un tarzını bilenler, yazarın insan aklı ve ilerleme obsesyonuna karşı ironik duruşunu fark edecektir. Ekonomiler batmıştır, büyük savaşlar yaşanmıştır, bildiğimiz anlamda medeniyet yok olmuştur. Yine de ütopyadır aslında anlatılan. Çünkü insan artık eline silah alamaz, yüz binlerce bireyin hayatını etkileyecek kararlara imza atamaz, nüfus planlaması işini diğer hayvanlara yem olarak çözmüştür, aklını kullanarak dünyanın başına açtığı dertlerin hepsinden kurtulmuştur.
Nihayet aklın ışığının sönüşü ve Umutlu Canavarlar Çağı’nın bitişi. Şöyle tanımlanıyor sona eren bu çağ:
(…) Gezegende, soylarının devamı için çözmeleri gereken en ciddi sorunları mümkün olan en son âna kadar görmezden gelen insansılar yaşıyorlardı. Derken, tüm ormanlar katledilip tüm göller asit yağmurlarıyla zehirlenince ve bütün kaynak suları sanayi atıkları vesaire yüzünden içilemez hale gelince, insansılar bir de baktılar ki çocuklar kâh kanatlı kâh boynuzlu kâh yüzgeçli kâh yüz gözlü kâh hiç gözsüz kâh dev beyinli kâh hiç beyinsiz doğmaya başlamışlar. Şansları yaver giderse insansılardan daha iyi gezegen sakinleri olabilecek yaratıklar icat etmeye çalışan doğanın deneyleriydi bunlar.
Geleceğin hayaletinden gelen bu eleştiri ve Vonnegut’un roman boyunca çevresinde döndüğü temalar üzerine düşününce geçmişin hayaletleri üşüşmeye başladı tepeme. İlki, romanın adından da anlaşılacağı üzere Charles Darwin.
Birinci hayalet: Darwin ve rastgelelik

Birbirinden coğrafi olarak neredeyse hiçbir farkı olmayan ve birbirine elli mil uzaklıkta bulunan Galápagos adaların barındırdığı çeşitlilik, Darwin’i evrim teorisine götürmüştü. Spesifik bir amaca doğru ilerlemeyen ama çevresel koşulların belirleyiciliğiyle en uyumlu işlevleri ön plana çıkartan bir evrim düşüncesi ortaya atmasını sağlamıştı. Uyum sağlayan hayatta kalır. Vonnegut’un Galápagos’unda da aynı şey geçerli. Küçücük bir adacığa sıkışıp kalmış insanın artık karmaşık sistemlere, bilimsel ilerlemeye ve gelişkin teknolojilere ihtiyacı yok. Dolayısıyla akla ihtiyacı yok. Darwin’in ağırbaşlı düşüncesi bir çocuğun elinde oyuncağa dönüşüyor. İnsanın erken doğmasına ve birkaç yıl boyunca muhtaç halde yaşamasına sebep olan o kocaman beyni, daha en başından bir hata mıydı acaba?
İkinci hayalet: Spencer ve toplumsal evrim yanılgısı
Darwin'in bireysel organizmalar için geçerli olan evrim yasası, başka bir hayaleti çağırıyor: Herbert Spencer. Evrim düşüncesini toplumsal düzene uygulayabileceğimizi düşünmüştü. Darwin’in doğal rastgeleliğe alan tanıyan diskurundan farklı olarak, toplumların evrimini ilerlemeci bir bakış açısıyla değerlendiriyordu. Toplumlar da evrim geçiriyordu: basitten karmaşığa, ilkelden uygara. Bu süreçte insan aklı da keskinleşiyor, birikimli deneyimlerle daha sofistike hale geliyordu. İnsanın birikimle aktarılan deneyimi, onun düşünme potansiyelini artırıyordu. Spencer'ın iyimserliği 19. yüzyılın güvenini yansıtıyordu. Ama 20. yüzyıl geldi ve bu güveni paramparça etti. Hangi aktarılan deneyim atom bombasının düğmesine basmayı açıklayabilirdi? Ya da hangi kalıtım, finans-kapitalin yarattığı krizlerden daha derin bir yara bırakabilirdi? Spencer'ın "en uyumlu olanın hayatta kaldığı" toplumsal düzeni, aslında en acımasız olanın egemen olduğu bir düzene dönüşmüştü.
Üçüncü hayalet: Kant ve aklın ahlaki sorumluluğu
"Spencer'ın toplumsal evrim teorisi aklı bir araç olarak görüyordu. Ama aklın kendisi nedir? Bu soruyla birlikte üçüncü hayalet beliriyor zihnimde: Immanuel Kant. Ve onun Aydınlanma felsefesini özetlemek için kullandığı ve “Kendi aklınla düşünme cesareti göster” anlamına gelen Sapere aude sözü. Kendi aklını kullanabilen insan özgürdü, ama özgürlüğü bedeli, ahlaki sorumluluktu.
Yalnızca aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye göre hareket et.
Kant’ın kategorik imperatif’i her zaman her yerde iyi’yi seçebilecek ve eylemini bu doğrultuda gerçekleştirecek bir insan aklını varsayıyordu. Kant’ın insanı özgürdür, Vonnegut’un romanındaki yeni insansa mutludur. Ahlaki seçimler yapmak zorunda kalmaz. Huzurludur. Eski dünyada bir insan, çıkar uğruna yalan söylediğinde Kant’a göre, evrensel bir ahlaki yasayı ihlal etmiş olurdu. Peki ya artık kimse yalan söylemeyi bile bilmiyorsa? Bundan âlâ ilerleme mi olur?
Vonnegut Kant’ın Ebedi Barış projesini gerçekleştirmiştir. Filozofa göre devletler de bireyler gibi sorumluluk sahibiydi ve bu proje sadece aklın koyduğu ahlaki ve hukuki kurallar doğrultusunda gerçekleşebilirdi. Yazarsa aklı susturarak mümkün kılıyor bunu.
Dördüncü hayalet: Hegel ve tarihin seyri
Kant'ın bireysel ahlak temelli barış projesi karşısında, dördüncü hayalet daha karmaşık bir çözüm önerir. Ebedi barışa inanmayan ama insanca bir yaşam için ahlaki sorumluluğun devletlerde olduğuna inanan Hegel. Kant için barış, bireysel ahlakın devletlere tercümesiyle mümkündür. Aklın evrensel buyrukları, insanlar ve halklar arasında koşulsuz bir ahlaki düzen kurabilir. Ama Hegel hem daha gerçekçi hem de daha trajik bir filozoftur. Ona göre ahlak, ancak devlet ve hukuk aracılığıyla somutlaşabilir. Çünkü tarihin tam o anında olup biten her şey tarihsel ilerlemenin bir sonucudur ve devlet, tarihin en ahlaki icadıdır. Vonnegut’un gelecekten konuşan hayaletinin bu konuda söyleyecekleri vardır:
(…) Devletin hayatta kalan sakinleri kendi eserleri olan harabeden sürünerek çıkıp şunu fark ettiklerinde iş işten geçmiş olacaktı: kendi kendilerine çektirdikleri onca eziyet süresince, işlerin gerçekte nasıl gittiğini, bütün olanların ne anlama geldiğini, gerçekte neler olup bittiğini anlayan hiç kimsenin başlarında olmadığını.
Kant, barışı düşlerken akla yaslandı. Spencer, evrimin doğal seyrinde aklı bir araç, bir ayıklanma imkânı olarak gördü. Ama Hegel aklı tarihsel süreçlerin içine gömdü. Ona göre akıl, bireysel vicdanlarda değil, tarihsel çelişkilerin diyalektiğinde kendini gösterirdi. Savaşlar, devrimler, çatışmalar... Bunların hepsi aklın kendini tarihte gerçekleştirme biçimleriydi.
Vonnegut'un Galápagos'unda dünya nihayet sessiz. Orada ne Kant'ın ahlaki çekişmesi var, ne Spencer'ın rekabetçi evrim mücadelesi, ne de Hegel'in tarihsel çatışmaları. Darwin'in rastgele mutasyonları bile artık gereksiz. Çünkü mükemmel uyum sağlanmış.
Yarattığı o yeni insan türüne, deniz aslanına dönüşmüş haline bakıyorum. Ne geçmişin ağırlığını taşıyorlar, ne geleceğin kaygısını. Şimdiki zamanda yaşıyorlar, düşünmeden. Ama işte tam da bu yüzden zarar da vermiyorlar. İlk kez gerçekten uyumlular çevreleriyle. İlk kez bu dünyaya aitler.
Dört hayaletin de peşinde koştuğu şey, aslında buydu belki: uyum. Darwin doğayla uyumu, Spencer toplumla uyumu, Kant ahlakla uyumu, Hegel tarihle uyumu aradı. Ama hepsi aklın aracılığıyla. Vonnegut ise en radikal çözümü buldu: aklı tamamen elimizden aldı.
Belki de en büyük ilerleme, artık ilerleyemez hale gelmekti. Belki de en derin bilgelik, düşünmeyi bırakmaktı.
Bayıldım