Yazarak silinmek
Kendi defterlerimdeki küçücük yazılar, beni Robert Walser'ın ve onun Jakob Von Gunten karakterinin hiçleşme sanatına götürdü.
Robert Walser, adını duyduğum ama hiç fırsat bulup okuyamadığım bir yazardı. Ta ki Radyo Punctum’da onun mikrogramları hakkında yapılan bir söyleşiye denk gelene kadar. Walser’ın mikrogramları, edebiyat tarihinde benzersiz bir yazma deneyi olarak görülüyor. Büyüteçle bile zor okunabilecek denli küçük, çeşitli desenler oluşturan ve takvim yapraklarının, kitapların, zarfların boş kısımlarına yazılmış metinlerden oluşuyor.
Franz Kafka, arkadaşı Max Brod’a, ölümünden sonra yazdığı her şeyi yakıp yok etmesini istemişti. Walser ise mikrogramlarıyla bunu yaşarken yapmayı tercih ediyor. Defter yerine atık kağıtları kullanması, kimsenin okuyamayacağı bir küçüklükte ve stilde, hem de kurşun kalemle yazması, bir içe dönüşün ve hiçleşme arzusunun tezahürü olarak düşünülüyor.
Walser’ı merak etmeye başlamamın sebeplerinden biri, 20’li yaşlarımda tüm Kafka külliyatını okumam değildi haliyle. Bu mikrogramlarla aramda bir bağlantı hissettim. Söyleşiyi dinledikten sonra Google görsellerde örnekler aradım, hakkında yazılar okudum. Birkaç akşam sonra, sayfalarına minik notlar aldığım Metis ajandamı açtığımda mikrogramları hatırladım tekrar. İlk gençlik yılları itibariyle yazmış, dosyalarda saklamış, üniversite yıllarında birkaç dergide kendi adını görme kıvancını hissetmiş, çekmecelerini bitmiş defterlerle doldurmuş biri olarak geldiğim noktada, bu minicik harfleri minicik satırlara sığdırmaya çalışıyordum.
Daha hiçbir eserini okumadan yakınlık kurduğum tek yazar Walser oldu sanırım. Onun mikrogramlarıyla, ajandama yazdıklarım arasında benzerlikler düşlemeye başladım. Giderek daha fazla kendi kendisiyle konuşan bir adam haline gelmeyi en uç sınırlarına kadar deneyimlemiş birinin kelimelerini görmem lazımdı. Institute Benjamenta filmini de bildiğim için ilk tercihim Jakob Von Gunten oldu.
Benjamenta Enstitüsü, görünürde bir hizmetçi okulu olsa da aslında öğrencilerini birer sıfır olarak mezun etmeyi amaçlayan, adeta bir bekleme odası. Bu bekleme odasında otoriteyle özdeşleşme, onu rasyonalize etme, öğrencinin şahsi özelliklerini yok etme, “gerçek hayat” olarak dile getirilen vulgarlığın, anlamsızlığın, değersizliğin ve biçareliğin, her şeyin üzerinde tutulmasını sağlayacak formasyonu kazandırma amacı güdülüyor.
Peki bu nasıl yapılıyor? Temelde hiçbir özel eğitim verilmeyerek. Aksi halde bu öğrenciler kendilerini bir şey sanabilir ya da ileriye dönük hayaller kurabilirler. En büyük erdem, kendi küçüklüğünü kabul etmek. Bazen bu küçüklük vurgusu o kadar güçlü oluyor ki, yazar, mazoşist dürtülerle, aşağılanmanın hazzını teorize ediyor sanki. Öğrencilerin geleceği için tek bir seçenek var: Hiçkimse olmak, bu yolda kendi egosunu ezmek ve ezdirmek.
Romanın baş karakteri Jakob Von Gunten, modern çilecilik olarak adlandırabileceğimiz düşüncelerinde ironinin sınırlarından çıkıp rahatsız edici bir şeylerle karşılaştırıyor okuru. Sezgisel ve incelikli olanın hayranlık uyandırıcılığını bilen ama buna rağmen kendini sığ, kaba ve determinist bir dünyada özne olarak konumlayan karakter; bile isteye “büyüklüğü” reddedip küçülmeyi, “görünmek” yerine hiçleşip silinmeyi tercih ediyor. Tıpkı romanı yazdıktan 10 küsür yıl sonra mikrogramlarını yazmaya başlayan Robert Walser gibi.
Kitabı bitirip kapağıyla tekrar göz göze geldiğimde içime öküz oturdu. Belki de fazla özdeşleşip karamsar fantezilere kapıldım; bilmiyorum. Ama hayatı karanlık yönleriyle ele almaya alışmış zihnime hem iyi hem kötü geldi bu metin. Kendimle ve mutluluk denen o belirsiz idealin peşinde koşmayı bırakmış insanlarla yüzleştirdi beni. Alakası var mıdır, bilmem, fakat bir sene sonra satın aldığım ajandamın sayfaları daha büyüktü. Sonra da bu blogu açmaya karar verdim. Minicik bir atılımla. Nihayetinde Jakob haksız değil, “Yaşam bizden sıçrayışlar bekliyor, düşünüp taşınmalar değil.”